31 Ocak 2012 Salı

Malezya ve Langkawi Adasi

Yeni destinasyonumuz Malezya’daki Langkawi adasi. Oncesinde yine arastirmamizi yaptik tabi. Bu sefer Londra’dan yaklasik 16 saat surecek yolculugumuza 1,5 yasindaki  oglumuzla gidiyoruz.  Dolayisiyla adada yapabilecegimiz aktivitelerin sayisi biraz kisitlanacak ama olsun cocugumuzla birebir vakit gecirebilmek de ayrica guzel bir duygu oldugu icin sikayetimiz yok.
Biliyorsunuz Malezya son donemde Turkiye’de cok konusulan bir ulke oldu. Turkiye ileride Malezya gibi olur mu? Sonumuz Iran mi Malezya mi olacak? Hangisi daha iyi veya daha kotu? Biz neden bu ulkelere benzemek zorundayiz da kendimiz olamiyoruz,  vs vs … O donemde biraz Malezya nedir ne degildir diye google’da tarama yapmistim ama cok da ustune dusmemistim konunun. Simdi daha detayli okumak kismet oldu.
Oncelikle Malezya’nin konumuna biraz bakalim. Haritada acik sariya boyanmis yerlerden goreceginiz uzere Malezya, karadan Tayland, Singapur, Brunei ve Endonezya ile komsu. Denizden de Vietnam ve Filipenlerle komsu sayiliyor. Malezya,  “Yarimada Malezya” ve “Dogu Malezya” olarak ikiye bolunmus ve ulkenin ortasindan Guney Cin Denizi geciyor.  Ben cografyasal acidan Malezya’nin bu sekilde bolundugunu bilmiyordum ve bana cok ilginc geldi. Cunku 13 federe devlet ve 3 federasyon bolgesinden olusan Malezya’da Yarimada Malezya ve Dogu Malezya birbirlerine farkli gocmen kanunlari uyguluyorlarmis. Bir de tabi federe bolgelerin kendi kanunlari oldugu icin aslina bakarsaniz bu kadar daginik bir ulkenin zaten ancak ummet basligi veya (Amerika’daki gibi ekonomik birlik) altinda toplanmasi mumkun.
Harita, Wikipedia'sayfasindan alinmistir.
Hukuksal ve yonetimsel acidan Ingiliz sistemi benimsenmis. Basta bir kral var ama ulkeyi basbakan yonetiyor. Kral, 5 senede bir 9 Malay federe devletin kraliyet uyeleri arasindan seciliyor. Burada en azindan Ingiliz sisteminden biraz olsun kopabilmisler! (Not: Bir ara baslik girmem gerekirse Ingiltere’de yasamaya baslayali beri bu Ingilizler’in dunyayi somur(ebil)mesini hayranlikla izliyorum. Kucucuk bir ada devleti, her yere uzaniyor her seyi karistirabiliyor ve aslina bakarsaniz da ortalama bir Ingiliz bir Turk’ten cok da akilli degil. Bu konuyu ayrica bir gun irdelemek istiyorum.)
Malezya’nin esasini Malay’lar olusturuyor. Malaylar haricinde, Ingilizler’in somurgecilik zamanlarindan adaya getirdigi Cin ve Hint orijinli insanlar da var. Esas dil Malay olmakla beraber, okullarda Ingilizce egitim veriliyor ve tabi Cince ve Hintce de konusuluyor.
Ulkenin dini cogunluk olarak Islam ama Hinduizme, Hristiyanliga ve Budizme inanlar da mevcut.  Genel olarak Malay kokenlilerin dini otomatikman Islam olarak kabul ediliyor. Hem okudugumuz sitede hem de yolculugumuzu rezerve ettigimiz seyahat acentasindan gelen bilgilendirme yazisinda halkin rahatsiz olmamasi  acisindan turistik mekanlar haricinde icin cok fazla acik giyinilmemesi onerilmis. Hele musluman iseniz bu sizden direkt bekleniyormus. Bakalim, gidip gorecegiz beklentiyi ne kadar karsilayabiliyoruzJ
Simdilik bu kadar yazacagim. Gezimiz yaklasik 12 gun surecek. Firsat buldukca sizlere Malezya’dan bildirmeye devam edecegim.
Sevgiler, Kusgozu.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Apple, gurur olmak, kendiyle dalga gecebilmek

  
Iyi haftalar. Farketmediyseniz ben kartalgozu, kusgozunun karizmatik esi J Daha once "metroda intihar eden kahve" ve "Big Ben" uzerine yazmistim.
Bugun tam baska bir yazi yazacakken, ne kadar Apple urunleriyle icice oldugumuzu tekrar farkettim, MACler, Iphone ve Ipad ve aklima gurur olmak ile ilgili bir Apple hikayesi geldi…
Gurur olmak” super bir terminolojidir, benim de hattizatinda karakteristik bir ozelligimdir.  Gencligimde lise arkadaslarima oyle cok gurur yapardim ki sonradan kendi aramizda oyle bir terminoloji uretmek durumda kaldik J Tabii bizim gruptaki erkekler arasinda gurur yapan bir tek ben degildim! Bu laf cogu kiside gurur olma potansiyeli oldugu icin cok tuttu.  Eksi Sozluk’e baktim, henuz oyle bir tanim olmadigina gore herhalde bizim urunumuz ve bize ozgu bir terim olarak ileride telif hakkini alabilirizJ.
Gurur olmak ne demek ? Ingilizce’de “winding someone up” diye bir deyim vardir. Birini saat kurar gibi dalgaya almak olarak cevrilebilir ya da birini “ti” ye almak gibi  de dusunulebilir. Bu hareketin sonuncunda karsi tarafta olusan durum ise direkt gurur olma halidir. Bir de “ti”ye alinma halinde gurur olmayip kendi ile dalga gecebilenler vardir. Simdi bu ikisinin farkini asagida net olarak gorebileceginiz iki ayri gercek hikaye paylasacagim sizlerle.
Once size APPLE hissesinin 1992’den beri ne yaptigini gostermek istiyorum cunku konumuzla  direkt alakali. Apple’a 1992’de koyulmus her US$100, su anda US$2,700 olmus durumda yani Apple Amerikan borsa endeksleri ve gelisen ulke borsalarindan yaklasik 8 kat iyi bir performans gostermis! Simdi 1992’den 14-15 sene onceye daha gidersek  Steve Jobs ve Steve Wozniak’i taniyorsunuz. Bir de tanimadiginiz bir karakter var: Ron Wayne.
 Bu uc vatandas %45-45-10’luk bir ortaklikla 1976’da bir sirket kuruyorlar. Derken Ron Wayne bu ortaliktan huylaniyor  ve once koydugu US$800 dolarini cekiyor  daha sonra da US$1500’u cok kisa surede geri aliyor ve ortakliktan cikiyor. Neden huylaniyor konusunda bir kac fikrim var: (1) Gecmiste sirket batirma tecrubesi olabilir, (2) Steve Jobs’un para borclanip Wayne’in bireysel servetini de risk altina sokmasi olabilir veya (3) finansal bir kiyamet korkusundan altin sikkeleri yastik altinda saklayan karakteri olabilir. Ne olursa olsun biraz dayanabilseydi simdi %10’luk hissesi US$3.5 milyar dolardan fazla ediyordu!
Enteresan kismi yillar sonra hic pisman olmamasi, “O zaman icin en iyi karari verdim, ikisi de cok buyuk bir kasirga gibi esiyordu, ve nereye savrulacaklari belli degildi. Midemi biliyordum ve boyle bir geziye hazir degildim.” Hadi canim! Hatta bes yuz kere hadi caaaanim! Uzun suredir gordugum, duydugum en gurur olma demecini vermis arkadas ve su linki tiklayip websayfasina bakarsaniz, hala Apple uzerinden prim yapmaya calistigini gorebilirsiniz. Mr. Wayne’ e hayirli traslar diyip bir de kendiyle dalga gecebilen bir ornege bakalim.
 Nolan Bushnell: Atarinin kurucusu ve kariyer acisindan Ron Wayneden daha basarili bir kisi.  Steve Jobs, Apple II icin finansor ararken Bushnell’in de kapisini caliyor. Bushnell: “ Jobs, US$50,000 istedi ve bana sirketin ucte birini verecegini soyledi. Oyle akilliydim ki, hayir dedim. Aslinda aglamadigim zamanlar haric bir anlamda eglenceli bunu dusunmek!...”
Olay budur, US$10 milyar dolara yakin parayi elinden kacirip kendiyle oyle akilliydim ki diye dalga gecebilmekJ
Bugunu, Bloomberg’deki gunun deyisiyle kapatiyorum: “Kaderini degistiremeyeceksen, davranisini degistir!” 
Saygilar, Kartalgozu.

29 Ocak 2012 Pazar

Londra'da Gorulmesi Tavsiye Edilen Sergiler

                                                                                                                                                                                                                
Bu yazimda biraz kolaya kacip, mekan avantajini da kullanip Londra’da son donemde gorulmesi gereken bir kac onemli sergi ve muzeden bahsedecegim. Bir yandan da bir sonraki yazima konu olacak Malezya’daki Langkawi adasi icin malzeme biriktirmekle mesgulum bu aralar.
Simdi konuyu dagitmadan direkt siralamaya basliyorum:               
1.    Royal Academy of Arts’ta David Hockney sergisi 9 Nisan 2012’ye kadar gorulebilir.  David Hockney, esasen Ingiltere’de Yorkshire civarlarinda dogmus ve daha sonra Amerika’da Kaliforniya’ya tasinmis. Simdi 74 yasinda ve Royal Academy of Arts'taki (“RAA”) sergi  uzun zamandir Ingiltere’deki actigi en kapsamli sergi. 

RAA, 2008’de Hockney’den Yorkshire’da bahari ve cocuklugunun kirsal cevresini resmetmesi icin talepte bulunmus ve Hockney’nin uc ilkbahar boyunca yaptigi gozlemlerini simdi RAA’de gormek mumkun. Eserlerindeki renkler civil civil, insanin aklini aliyor. Bu sergisinin bence ilginc yanlarindan biri RAA’nin en buyuk odasindaki 52 resimden 51 tanesinin Ipad uzerinde cizilip sonradan kanvas tuvale basilmasi. 51. resim ise yaklasik 15 metrelik bir yagliboya. Ayrica Hockney’nin ozelliklerinden biri resimlerini birebir obje onunde yapmaktansa hafizasindan cizmesi. Gorulmeye deger bir sergi oldugunu dusunuyorum. Ben sahsen cok etkilendim.

RAA, lokasyon olarak Green Park ile Piccadily Circus arasinda. Isterseniz gitmisken Berkely Street’ten yurumeye baslayip Mayfair taraflarinda, isterseniz Soho veya Cin mahallesinde yemek yeyip sonrasinda Café Concerto, Fortnum & Mason ya da Turkiye’yi cok ozlediyseniz(!) yurume mesafesi Kahve Dunyasi’nda bir Ingiliz bes cayi yapabilirsiniz. 

Not: Kartalgozu, gecen yazisinda Kahve Dunyasi'na henuz gidemedik demisti. Bu haftasonu sergi sonrasi gittik. Kocaman bir mekan, ici harika, insan gurur duyuyor. Ama musteriler sirf Turk! Herhalde bizim gibi Londra'da yasayip Turk tadi isteyen Londrali Turkler mekani dolduranlardi. Umariz yakinda Ingilizleri de Turk kahvesi icerken gorebiliriz.

2.   Tate Modern’de Yayoi Kusama sergisi (9 Subat 2012 – 5 Nisan 2012). Bu sergiyi heyecanla bekliyorum. Yayoi Kusama ile ilk tanismamiz bundan 2 ay kadar once Paris’e bir kacamak yaptigimizda Paris’in modern sanat muzesi Centre Pompiduo’da oldu. Esim Kartalgozu de ben de bu cilgin Japon kadindan cok etkilendik. Zor bir cocukluk gecirmis, ciddi psikolojik sorunlar yasamis ve yaklasik 35 senedir de Japonya’da bir psikiyatri kliniginde ikamet edip, orada kendisine kurulan studyoda resim yapmaya devam ediyor. Su anda 82 yasinda ve hakkinda takip ettigimiz makalelerden okudugumuz kadariyla yasam enerjisinden hic bir sey kaybetmemis! Kusama’nin en buyuk ozelligi her yeri ve her seyi “puantiye” ile kaplamasi. Puantiyeler ondan saplanti gibi bir sey. Puantiye haricinde bir de erkek cinsel organina takik! Simdi cogunuz kas kaldiriyor olabilir ama eserlerini gorunce insan uzvunun sanatta nasil kullanildiginin degisik bir ornegi ile karsilasacaksiniz. Tek kelimeyle etkileyici biri! Yolunuz Londra’ya duserse bu sergiyi atlamayin derim. Bir de Tate’e gitmisken, en ust Katina cikip sergi sonrasi yorgunlugunuzu Milenyum Kopru’su, St Paul ve Londra silueti esliginde bir kahve veya bir kadeh sarap ile atmadan mekani terk etmeyin.

3.    Natural History Museum’de (Dogal Tarih Muzesi) Wildlife Photography (Dogal Yasamdan Fotograflar) sergisi 11 Mart 2012’ye kadar ziyaret edilebilir. Cocuklariniz varsa Natural History Museum, Londra’yi ziyaret ettiginizde mutlaka gorulmesi gerekli bir muze. Fosillerden tutun, dev dinazorlara, baliklara, ayilara, vs.’e kadar her seyi gormek mumkun. Bir de simdi Dogal Yasamdan Fotograflar sergisi uzerine eklenince bence cocuklarinizla veya ailenizle gecirmek icin harika bir gun vadedilmis oluyor. Natural History Museum, South Kensington’da. Yemek yemek icin muzeye yakin Café Creperie, Thai Square, Comptoir Lebanese (Modern Lubnan), Carluccio, Byron (hamburgerci), Il Falconiere (Italyan), Moti Mahal (Hint), Casa Brindisa’dan (Ispanyol tapas) birini deneyebilirsiniz.


4.   Victoria & Albert Museum (“V&A”) Oueen Elisabeth II by Cecil Beaton (8 Subat 2012 – 22 Nisan 2012). Bu sene Kralice Elizabeth’in tahta gecisinin 60. Senesi olan pirlanta senesi. Bu nedenle Londra’da ve diger (commonwealth ulkelerinde) ozellikle 2-5 Haziran 2012 arasi cesitli kutlamalar yapilacak. Hatta son donemde Kralice’nin pirlanta yilini kutlamak icin Kralice’ye, tum kraliyet uyelerinin kullanabilecegi 80 milyon Pound’luk bir yat hediye edilmesi teklifi gundeme geldi ve yer yerinden koptu ve tabii ki teklif geri cekildi Avrupa’da bu kadar kriz yasanirken, Ingilizler ekonomik krizden ve issizlikten illallah derken yikilmadik ayaktayiz kivaminda yapilan bu sov teklif tabi komik adledildi. Neyse konuma geri donersem, 8 Subat itibariyle V&A’da 1942 senesinden beri Kralice’nin resimlerini ceken Cecil Beaton’un (Sir unvani ile odullendirilmis) resimlerini gormek mumkun olacak. Ingiliz tarihine ve kraliyet ailesine ilginiz varsa bence gorulmeye deger fotograflar. Bir de tabi V&A bir dizayn ve sanat muzesi oldugu icin bu sergi disinda dizayn anlaminda size ilgilendirebilecek daimi sergileri de gormek cabasi. V&A, Natural History Museum ile ayni yerde ve neredeyse karsilikli.  Dolayiyla birini gormeye gidiyorsaniz aradan digerini de cikarabilirsiniz. 


5.    Saatchi Gallery’de New Art From Germany (Almanya’dan Yeni Resimleri) sergisi 30 Nisan 2012’ye kadar ziyaret edilebilir. Acikcasi bu sergi benim pek cok da ilgimi cekmemekle beraber evime yakin olmasi itibariyle bir haftasonu gorme niyetinde oldugum bir sergi. Yok ben Alman akimini begenirim, modern ve pop-sanat benim daha da ilgimi ceker diyorsaniz o zaman Sloane Square civarlarina gelmis, Kings Road uzerinde yurumeye baslamis, Zara’ya girmeden bir kahve icip bir de bu unlu Saatchi Gallery nedir ne degildir derseniz, hemen buyrun derim. Saatchi Gallery’nin icindeki kafe, alisveris yorgunlugu atmak veya haftasonu brunch veya ogle yemegi yemek icin ayrica ideal bir yer (cocuklu iseniz, hayat daha da kolaylasiyor zira bolca cocuk sandalyeleri mevcut). 

6.   Tate Britain’de Picasso’nun Ingiliz Sanatina Etkisi sergisi (15 Subat 2012 - 15 temmuz 2012). Picasso’yu tanitmama gerek yok J Bu sergide Picasso’nun Aglayan Kadinlar ve Uc Dansci resimleri de dahil toplam 150 kadar resim sergilenecekmis.  Henry Moore (carpici heykelleri olan bir heykeltras), yukarida bahsettigim David Hockney, Francis Bacon, Duncan Grant, Wydham Lewis, Ben Nicholson ve Graham Sutherland da diger ressamlar. Ilginc bir sergi olacagini dusunuyorum. Ingiliz modern sanati ile ilgiliyseniz, bu sergi de gorulecekler listesine alinmali. 
       
Yalniz Tate Britain’in yeri biraz sapa. Ordan cikip bir seyler yemek isterseniz en yakinda Sloane Square tarafini oneririm.

7.    National Portrait Gallery’de (Milli Portre Galerisi) Lucian Freud sergisi (9 Subat 2012 - 27 Mayis 2012).  2011’de  89 yasinda vefat eden Lucian Freud, Sigmund Freud’un torunlarindan biri olup, aslen  Berlin dogumlu. 10 yasinda ailesi ile beraber Ingiltere’ye kaciyorlar ve sonradan Ingiliz vatandasligina geciyor. Hayatinin buyuk bir kismini Londra’da geciren Freud’un yaklasik 40 cocugun babasi oldugu gibi bir soylenti var! Bunlardan bir tanesi olan Bella Freud hakkinda gecenlerde bir dergide okudugum yazida, designer olan Bella Freud’un markasini olusturan kopek resminin bir gun otururken babasi Lucian Freud tarafindan cizildigini anlatmisti. Magazin kismini atlarsak, Freud, surrealist bir ressam olarak biliniyor. Eserleri daha cok insan portresi ve ciplakligi iceriyor.  Herhalde aileden gelen genetik bir durum soz konusu, resimleri resmedilen kisilerin icsel durumlarinin disa vurumu.

      National Portrait Gallery, Trafalgar Square'de. Gitmisken meydanda oturup, arkaniza National Gallery'i alip hatira fotografi cektirebilirsiniz. Yemek icin ise oralarda cok secenek var. Ama bence turist olarak geziyorsaniz direkt Covent Garden ve Leicester Square'e ilerlemenizi ve Covent Garden'da meydani kesen sokaklarin herhangi birinde yemenizi tavsiye ederim.

*     *    *

Yukaridakiler haricinde tabii ki British Museum ve National Gallery Londra’ya gelenlerin gormesi gereken muzelerden diger ikisi. Basta da dedigim gibi Londra, muzeler ve sergiler acisindan cok zengin bir sehir. Her daim her kosede bir aktivite var. Hepsini yakalamak, izlemek, gormek imkansiz ama yukarida bahsettiklerim her zaman karsiniza cikmaz. Imkan olursa gormenizi tavsiye ederim.
Sevgiler, Kusgozu.

27 Ocak 2012 Cuma

Londra ve Kahve

Gecmiste intihar tesebbusu eden kahve cok gormustum... Bu sefer kurtaramadik yavruyu:-(
Olay metroda gerceklesti ve allahtan cok da kalabalik degildi - ayakta herhalde 7-8 kisi vardi (genelde ayakta kapi onunde 20 kisi olunca kalabalik diyoruz!). Tam cep telefonumdan birsey okurken "cissss" diye bir ses duydum. Ustume alinmadim tabii, hatta o sesin benden geldigini ancak Londra'da cocuklarin anaokuluna metroyla goturulmedigini anlayinca hatirladim. E, bu bir cocuk isemesi degilse neydi? Saga sola arkaya baktiktan sonra onume bakmak aklima geldi ve benim kahvemin tazyikli bi sekilde dokuldugunu gordum.
Normalde cift kap alirim bu sefer bol pecete almistim ve pecetelerin hepsi telef oldu... Ve kahve hizlanarak azalmaya devam ediyodu, bir anda "Sorry" sesleri yukseldi, adamin biri gazetesini verdi -metro gazetesi bu arada, beles yani, Financial Times olsa verir miydi bilemedim - ve kahveyi yatirdik...  Sanssizligima Blackfriars istasyonundan geciyorum:-( bu istasyon bir suredir kapali) ve bir sonraki istasyona kadar suren 2 dakika sanki 2 saat gibi geliyor. Herkes bana bakip gulup "sorry" diyor, ben de "sorry" diyorum, varyete yapan "sorry about that" diyor! Tren durunca inip kosarken gecen insanlarla da bir "sorry" muhabbeti! "Sorry", "sorry", "sorry", "sorry"...
Bu Ingiltere'de kullanilan "sorry" lafi Turkiye'da kac lafin yerini tutuyor, Ingilizlerin sorry dedigi bir noktada Turkler neler diyebilir: Pardon!, Ulan pardon!, Olm dur!, Cuss!, Oha!, Yuh!, Yavruum yazik!, Ah caniim!, Vay hergele!, Vays!, Yavas lan!, Yavas artis!, Afedersiniz!, Kusura bakma!, Kusura kalma!, Kusura kalma hemserim!, Bi musade et cigerim!, Canim bi dur!, Evladim hadi bi geciyim!, Dagitmiyim beynini hadi!, vs...
Neyse bu liste uzar, Mansion House'da kahveyi gommeden once bir resmini cektim. Kahvekolikler bilir, islak bolgede resimdeki gibi bir yukselme gorulmus sey degildir, genelde kahve intihar girisimleri ya kapak bolgesinden veya asagida bi parmak buyuklugunde olur. Zaten telef olmus gazeteyi de goruyosunuz, guzel insan delikanli tenisci, Rafa'ya oldu olan :-(
Merak eden varsa, atkima bir damla kahveyle atlattim bu isi! Peki toplu kahve intiharlarini engellemek icin ne yapmak lazim? Tecrubeyle sabittir bunun kahve fiyatiyla alakasi yok, yani pahali kahve intihar etmez diyorsaniz Starbucks daki kotu iki animi da anlatabilirim. Yalan o, her kahve intihar edebilir. EAT /PRET gibi kahvesi unlu olmayan yerlerin kahvesini pas geciniz zaten en problemli kahve vakalari oralardan geliyor. Café Nero fena degil, Turk gururu Kahve Dunyasi'ni henuz denemedik...  (http://www.kahvedunyasi.com/en/news/news/kahve-dunyasi-is-in-london)
Ancak guvenli "take-away-coffee" hikayesinin iki anahtari var:
1. Risk almayin, 2 veya 3 tane karton bardak alin,
2. Americano icmiyorsaniz dert etmeyin. Latteler guvenli zaten, ama Americano iciyorsaniz bardak-dan bardaga ilitma operasyonu yaptirin. Kahveci garip bakacaktir ama agzinizi yuzunuzu yakmanizi da engeleyecektir bu onlem ve kahve kartonu yakmadan icmenizi saglayacaktir!
Sevgiler, Kartalgozu.

Londra ve Big Ben

Herkese selam, ben Kusgozu'nun esi KartalgozuJ Ben de Kusgozu'nun bloguna arada katki saglayacagim, son duzenlemeler Kusgozu'den... Ilk yazim ise Big Ben ile ilgili.
Big Ben, Londra’nin sembollerinden biri. Evet, Parlamento binalarinin yanindaki yaklasik 100 metre yuksekligindeki 14 tonluk saat kulesinden bahsediyorum. Veya daha basitce Westminster metro istasyonundan cikip da kafanizi kaldirinca karsiniza cikan Big Ben’den.  Big Ben’in Ingiliz halkinin gunluk yasamlarindaki etkisi herkese gore farklilik gosteriyor. Benim icin ise gun icinde Big Ben’i gorebilmek veya gorememek var.
Biliyorsunuz, Londra’da cogu kisi finansla ilgili isler yapiyor. Bunun iki onemli merkezi var,:
1)      “The  City” bolgesi (ki 1100lerden beri ayni bolge, yani Bank, London Gate, Charing Cross, Strand, St. Paul, Temple duraklari arasindaki the Square Mile olarak da isimlenen alan),
2)      Sehrin dogusundaki cirkin ve yuksek binalardan olusan, the City'den 900 sene kadar sonra kurulan Canary Wharf!
Londra’da cogu kisi isine metroyla gidiyor ve ister City ister Canary Wharf’ta calissin herkesin yolu bir sekilde Westminster’dan geciyor. ‪Gun icinde Big Ben’i ancak ise arabayla veya taksiyle gidip geliyorsaniz veya nehir kenarinda kosarsaniz gorebiliyorsunuz. Ya da ofis disinda o taraflarda toplantilariniz varsa Westminster duraginin hemen yanindaki Café Nero’da kahve icerken de gorebilirsiniz. Ve tabii ise nehir uzerindeki teknelerle gidecek kadar sansli olan kisiler de var! Ben ilk senelerimde, Big Ben’i cok da farketmeden yasayanlardanim Londra’da. Insanlarin her gun Big Ben’in altindan gecip onu goremeden Londra’da yillarda yasamalari beni hep dusundurmustur. Benim  Big Ben’i farketmem ise ilk kez bisikletle gidip geldigim gundur! Hem de turistik bir amacla degil, ise gec kalip kalmadigimi teyid etmek icin Big Ben’in saatine bakarken!
‪O gunden sonra da Big Ben’i daha cok takip etmeye (daha dogrusu farketmeye) basladim.  Bunda yeraltindaki fare deliginden daha fazla cikmamin da etkisi var. Ve Londra'da disarlardaysaniz, Big Ben’in de sizi takip eder. Tabii Big Ben’i uc ayda bir gormekten haftada 4-5 kere gormeye baslayinca (Londra’da disarda spor yaparken genelde Big Ben karsiniza cikiveriyor) hakkinda da bilgi edinmeye basladim. Mesela, isminin herkes Big Ben’in yapilmasindan sorumlu (bir nevi sehir ve cevre bakani) olan Sir Benjamin Hall’dan geldigini sanir ancak baska bir rivayete gore ayni yillarda yasayan agirsiklet boks samiyonu Big Caunt’dan geldigi soylenir. Ben buyuk bir politikacidansa 100 kiloluk buyuk, ama sakar bir boksorun bu 1858’de tamamlanan kuleye isim verdigi hikayeyi daha cok begeniyorum.
Bir de Big Ben'le ilgili garip anekdotlarim var. Soyle ki Londra’da kosu cok popular bir spor. Insan kosmaya sarinca bir kere garip bir sekilde mesafe ezberliyor. Mesela, ben evimden Big Ben ve isimden Big Ben’e olan mesafeyi birakin mil ve km.yi, metresine kadar biliyorum. Hatta Big Ben'den Hyde Park ve Battersea Park'a olan mesafeleri de. Big Ben’i gorunce kafasinda dakika / mesafe matematigi yapan saniyorum sirf ben degilimJ
Big Ben'le ilgili goz yanilsamalari da var tabii. Mesela kosarken yaklastikca saatin etrafindaki cercevenin alti ne kadar pis diye dusunebilirsiniz, aslinda orda gormeniz gereken bir yazi var: “DOMINE SALVAM FAC REGINAM NOSTRAM VICTORIAM PRIMAM” yani son iki kelimesinden de anlayabileceginiz gibi tanri kralice 1.victoria'yi korusun!
Ha bir de uzun kosularda, kule'nin egik gorunmesi gibi bir durum var. O da bir goz yanilsamasi veya 15. km'den sonra enerji jeli almayi unutunca olusan bir halusunasyon degil:=. 10 senedir senede yaklasik 1 mm egiliyor Big Ben (Piza kulesinin 1/15i kadar yani). Belediyenin bolgedeki kazilarinin olumsuz bir sonucu!
Big Ben'i insanlarin gordugunde en mutlu oldugu anlardan biri de Londra Maraton bitisi! Ilk gordugunuzde son yarim saatte oldugunuzu ve oraya ulasinca son viraja girdugunuzu simgeliyor. Bilmiyorum asagidaki Monet tablosu kadar guzel mi, ama benim gozume gecen sebe o coskulu kalabalikla daha da guzel gelmisti. Belki bu sene o ani fotograflar, Monet resmiyle karsilastiririz hangisi daha guzel diye:-)
Sevgiler, Kartalgozu.

26 Ocak 2012 Perşembe

Havana: Huzun, Eglence, Huzurun bir arada oldugu sehir



Tatil planimiz esas olarak kisin ortasinda sicak deniz tatilini icerdigi icin Havana’da sadece 3 gun kalabildik. Ama bence 4 tam gunumuz olsa idi, aklim Havana’da kalmazdi. Zira Havana’da yapacak cok sey var ve inanin bir kerede gezip bitirilecek yer degil! O yuzden gormek istediginiz yerleri onceden iyi belirlemeniz lazim.

Oncelikle zaman olarak Kasim - Nisan arasini tercih etmekte fayda var. Kasirgalar, Kasim basinda sona eriyor ve Kuba kuru sezona giriyor. Dolayisiyla havanin nemli ve sicak oldugu bir donemdesiniz. Yaz aylari icin (Temmuz- Agustos) genelde Karayipler’i pek tercih etmemek lazim zira bu donem kasirgalarin yogunlukta oldugu bir donem ve tatile giderken gume gitmek pek hos olmayabilir:)

Ayrica Havana’da gezmek icin yuruyus konusunda biraz antremanli olmak gerekiyor. Sehrin merkezindeki her yere yuruyerek gitmek mumkun ama biraz disari cikacaksaniz ve vaktiniz kisitli ise lokal ulasim vasitalari yerine taksiyi (veya coco taksiyi) tercih edebilirsiniz. Her ne kadar cesitli internet sitelerinde araba kiralanabilir dense de pratikte araba kiralamayin, calinma riski var, basiniza is acilir dedikleri icin biz hic yeltenmedik. Taksi fiyatlari fena degil ama genel olarak turistleri kaziklama durumu var, dikkat etmek gerekiyor.
 

Otel olarak Hotel Nacional Havana’yi tercih ettik. Ama hic iyi tecrubelerimiz olmadi. Nedense biz otelin 1930lardaki ihtisami hala suruyor diye umid etmistik L (Internette okuduklarimiza gore Frank Sinatra, Ava Gardner gibi zamanin unluleri hep bu oteli tercih etmisler) Ayrica kaldigimiz oda, havlular, banyo hijyen sinirlarimizi zorlar nitelikteydi ve 3 gun boyunca ne buyuk hata dedik baska bir sey demedik (Gerci sonra anladik ki Kuba’da genel olarak bir hijyen sorunu hakim ve bir yerden sonra siz de hijyeni bosvermek durumunda kaliyorsunuz). Fakat bunun yanisira otelin teraslari aksamustu icki almak icin gayet guzel ve “in” bir mekan ve de yemekleri hic  fena degildi. Icki olarak ne iceceginizi soylememe gerek yok, Cuba Libre ile baslayip Mohito ile devam edebilirsiniz:)



Kisa vakitte gezebildigimiz yerler:
 

Museum Revolution (Devrim Muzesi): Havana’da bizi en cok etkileyen yer Devrim Muzesi oldu. Burasi devrim oncesinde 40 sene boyunca devlet baskanlarinin calisma yeri olarak kullanilmis ve en son Batista’ya nasip olmus. Icerde hala 1959’daki devrim ruhunu  hissetmek mumkun. Yani Che ve Fidel’in oturduklari sandalye ve masaya dokunmak ve hatta oturmak(!!), devrim dokumanlarini, Che’nin elbiselerini, kullanilan silahlari, vs. gormek cidden insani garip bir dunyaya goturuyor. Sonucta Kuba denince aklimiza ilk gelen sey muhtemelen Che’dir. Ve Che bildiginiz gibi Kubali degil Arjantinli. Dolayisiyla bir ulkenin baska bir ulke vatandasindan bu kadar etkilenmesini ve onu bu kadar bagrina basmasini birebir gormek, hissetmek enteresan bir duygu. Devrim muzesinde epey vakit gecirebilirsiniz. Cunku herseye hayranlikla ve saygiyla bakiyorsunuz. Etrafta dolasan bir iki bekci vardi diye hatirliyorum ama kimse kimseye karismadigindan her seyi ellemek mumkun. Muze icinde kamera bile oldugunu sanmiyorumJ

Bu arada muzenin supriz starinin Camilo Cienfuegos oldugunu soylemeden gecemeyecegim. Ozellikle biraz Kuba devrimini ve Che biyogrofilerini okuyan kisilerin taniyacagi Camilo’nun cok hos resimleri var. Devrim Muzesi’nden cikinca okyanusa dogru yururseniz dogrudan asagida anlatacagim Malecon’a cikabilirsiniz.



















Malecon: Burasi internette yazdigi kadar etkilemedi bizi.  Okyanusun onune cekilmis 12km’lik bir set dusunun, insanlar yuruyus yapip volta atiyorlar. Bana adali bir kisi olarak, yazin adada cekirdek citleyerek volta atilan sahili animsattiJ Ama yine de gormek isterseniz, siz de gidin bir bakin. Sonucta Devrim Muzesi’ne gidiyorsaniz (biraz uzun) yuruyus mesafesinde.
 

Devrim Muzesinden okyanusun aksine sehre dogru yurumeyi tercih ederseniz de kendinizi  once Museo National De Bellas Artes’ta (Guzel Sanatlar Muzesi) sonra da Plaza Revolution (Devrim Meydani) ve Jose Marti monument’da (Jose Marti Heykeli) bulabilirsiniz.  Acikcasi meydanda pek bir enteresanlik yok ama tabi ki hararetli tartismalarin ve kutlamalarin hali hazirda halka hitabetlerin burada yapildigini, Dunyanin 31. En buyuk meydani oldugunu ve Jose Marti’nin Kuba tarihinde onemli bir kisi oldugunu ve bu manada onun adina bir anit dikildigini (ve hemen her sehirde mutlaka bir Jose Marti aniti goreceginizi) bilmek gerekiyor.


Buna karsilik biz Guzel Sanatlar Muzesi’nden pek memnun kaldik. Kubali artistlerin resimlerini ve eserlerini iceren muze 1913 yili yapimi. 1954’te mekan olarak bir degisim geciriyor ama icerigini koruyor. Karayiplerde ne tur sanat eserleri yapiliyor merak ediyorsaniz, mutlaka gorun derim.

Capitolio Nacional veya El Capitolio (Eski Parlamento Binasi): Acikcasi burasi da Devrim muzesi kadar etkilendigimiz bir yer oldu. Bina muhtesem bir neo-klasik yapi ve Washington’daki Beyaz Saray’in neredeyse kucuk bir kopyasi (Bu da hayatin kotu bir cilvesi olsa gerek!) Yaklasik 3 senede bitirilmis ama ic yapisi daha uzun surede tamamlanmis. 1960 senesinden itibaren de Bilim, Teknoloji ve Cevre Bakanligi’nin makami olarak kullaniliyor.

Bizim sansimiza El Capitolio’daki muze bekcisi belki de o saatte pek de fazla turist olmadigi icin pesimize takilip bize etrafi gezdirmeyi teklif etti. Baktik konusasi var biz de onu sorularimizla epey bogduk ama Kuba hakkinda en detayli ve guncel bilgiyi de ondan aldik.

Mesela doktorlarin aylik maasinin (2007 sonlari itibariyle) 17 Euro civari kadar oldugunu biliyor muydunuz? (Biz oradan aldigimiz 5 CDye 15 Euro verip, sonra da bekcinin gozunun icine bakamamistik). Ya da  insanlarin yaslandikca Che’nin daha hayalci ve maceraci oldugunu dusunduklerini ve devrimi sorguladiklarini... Che veya Castro hakkinda konusurken cok dikkatli davranmak zorunda olduklarini… Insanlarin bir seye sahip olmamalari nedeniyle evlerine bile bir civi cakma ihtiyaci hissetmediklerini, o yuzden o muhtesem koloni zamanindan kalma evlerin dokulmeye yuz tuttugunu. Sadece dort televizyon kanali oldugunu ve bunlarin da sirf devlet yanlisi yayin yaptigini. Guzel bir peynir yemek veya sarap icmek veya bizim icin normal onlar icin luks olan her sey icin black market dedikleri karaborsalardan alisveris yapildigini ve yeni yeni zenginlerin turedigini, vs vs… Turistler ve Amerika’ya gocen akrabalar sayesinde halkin gozunun iyice acildigini ve gitgide sistemden (bilgi erisimlerinin kisitli olmasindan) rahatsiz olduklarini. Halkin, Kuba disina cikamamasi nedeniyle (pasaport cikarmak ayri bir sorun ve pahali) hep bir ezik ve her seye ac olduklarini… Burada yazmakla bitmez ama parlamento binasindan ciktigimizda esim de ben de kendi dusuncelerimize dalmistik. Ilk defa bir tatilde kendimi o kadar kotu ve bir o kadar da sansli hissettim. Gormek, bilmek ve sahip olamamak, genel olarak “yokluk” kotu bir sey… Bu hissiyat tum tatilimiz boyunca ve donunce uzun bir sure bizimle beraber oldu.


Fabrica Partagas: Ve iste puro fabrikasi. Parlamento’nun hemen arkasinda. Giriste, tura katiliyorsunuz, iceri girip puro yapimini canli gozle goruyorsunuz. Yaklasik 1 – 1,5 saat arasi suruyor. Puro elle sarildigi icin tamamen insan gucune ihtiyac var. Kadinli, erkekli herkes dogal kiyafetleri icinde oturmus puro sariyorlar. Fonda harika Kuba  muzikleri caliyor ve insanlar tere, pislige, sicaga ragmen gulerek islerini yapiyorlar (Ya da bizlere oyle gozunmek zorundalar)!

Once tutunun hangi asamalardan gectigi anlatiliyor, sonra nasil sarmak gerektigi. Bir yandan sarip bir yandan tutturenler var. Anlatildigina gore herkesin gunde toplam 3-5 puro icme hakki varmis. Tam bizim tutun sarar Fahriye Abla sarkisina uygun bir duzenek. Sicagin etkisiyle herkes yapis yapis… Ter ve tutunun kesif kokusunu icinize cekiyorsunuz.

Fabrikalarda calisanlara yapilan odeme puro verilmesi seklindeymis. Dolayisiyla  turistlerin cogu fabrikadan puro almak yerine disardan daha ucuza satin almayi tercih ediyor.  Yalniz burada cok dikkatli olmak lazim sahte puro satisi da ciddi gundemde bir konu ve mazallah zehirlenmeye kadar yolu var. Eger purodan anlamiyorsaniz direkt dukkandan alin.  Puro ile hasir nesir iseniz ve Kuba cennetine dustuyseniz (bizim gittigimiz donemde)  her turistin de yaninda toplamda 250’ye yakin kutulu ve Habanos” damgali puro cikarma hakki vardi! Havaalaninda cikarken ciddi ciddi kontrolden geciyorsunuz. Damgalara cok dikkat!! Detaylar icin bu linke bakabilirsiniz. Bilgiler tamamen dogru http://marty.514crew.com/cigarguide.html


Calle Obispo:  Burasi Havana’nin meshur caddelerinden biri. Uzerinde restaurantlar, alisveris yapacak dukkanlar var. Fakat dogrusunu soylemek gerekirse biz Havana’dan puro ve muzik CD’si disinda hic bir sey alamadik cunku ciddi anlamda alinacak pek bir sey yok. Che meraklisi iseniz t-shirt, sapka ve bilumum Che ile ilgili seyler alabilirsiniz ama o kadar.

Restaurant acisindan da ac kaldik diyebiliriz. Genelde tavuk etrafinda donen bir menu var ve kizarmis tavuklari gayet guzel. Ama yediginiz yemegin ve restaurant mutfaginin hijyeninden cok emin olamadiginiz icin bence oteller ve oteller tarafindan onerilen restaurantlar disinda cok da karisik seyler yememekte fayda var. Bizim deneme firsatimiz olmadi ama bir daha gidersem mutlaka ziyaret edecegim Paladares'lerde de (1990larda baslayan akimla devlet lisansi altinda kucuk gruplara yemek veren ev-restaurantlar) bir oglen yemegi deneyebilirsiniz.

Bizim yemek acisindan en begendigimiz restaurant Eski Havana’yi karsi kiyidan goren Gran Parque Morro icindeki La Divina Pastora idi. Harika bir balik ve icki monusu vardi, bugun bile tadi damagimda. http://www.netssa.com/divina_pastora_restaurant_havana.html




Mohito icmek icin ise Hemingway’I meshur eden barlardan biri olarak La Floridita’yi sectik. Ama oyle acayip ihtisamli bir sey beklemeyin. Bizim Londra’daki publardan cok da farkli bir atmosfer yoktu acikcasi.

Bir de Kathedral’I ziyaret ettigimizde, Katedral Meydani’nda yasli bir Kubalinin harika muzigi esliginde yedigimiz bir tavuk vardi ki o da gayet guzeldi. Restaurant ismini hatirlayamadim ama zaten o cevredeki olan tek tuk restaurantlardan biriydi, Kathedrale giderseniz kacirmaniz imkansiz. Kucuk ancak turistik yerlerde genelde sokak calgici / danscilari geliyor ve ortami cok daha guzellestiriyor.

Habana Vieja (Eski Havana): Her sehrin bir eski yerlesim merkezi oldugu gibi Havana’da da Eski Havana var. Acikcasi burada gorulmesi gerekli enteresan bir yer bellemedik ama zaten sokak aralarinda gezmek o havayi solumaya yetiyor. Bol bol resim cekmek en iyisi sanirim. Yalniz Kubalilar, her seyden para almaya baktiklari icin Kubali yasli amcalarin  ve 1950lerden kalma arabalarin resimlerini cekmek isterseniz bir kac donusturulebilir Pezo’yu elinizde hazirlamaniz lazim. Ne yazik ki Kubalilar her durumdan bir kac kurus edinmeye calisiyorlar.
Tropicana club:  Havana’da aksam yapilacak en onemli aktivitelerden biri. 4 saat kadar suren yemekli dans showu. Ortam harika, ickiler guzel, danslar sizi kendinizden aliyor, tek olumsuzluk showun cok uzun surmesi ama bir gece icin deger!
                                



                                           *     *    *






Varadero Sahilleri
Buraya ulasim Havana'dan otobus veya taksiyle yapiliyor. Yaklasik 1-2 saat arasi surebiliyor. Soylenecek tek sey sahillerin guzelligi…  Onunuzde uzandikca uzanan bir kumsal ve mavi sular haricinde pek baska bir sey dusunmenize gerek yok. Varadero’nun en buyuk ozelligi deniz tatili cenneti olmasi. Kumsal boyunca siralanmis bir suru “all inclusive” otel var ve siz butcenize uygun herhangi birini secebilirsiniz. Genelde otellerde temali mutfaklar oluyor ve aksamlari sectiginiz mutfaga gore yiyebiliyorsunuz. Kuba mutfagi pek enteresan olmadigi icin Fransiz, Italyan, Japon ve Asya mutfaklari on plana cikiyor.

Deniz ve gunesten sikildiginiz noktada ise mini bir deniz safarisi yapmak isteyebilirsiniz. Bu safarileri de otelden ayarlamak mumkun. Kendinizin kullanacagi mini motorlarla harika bir gun gecirebilirsiniz.

 
Burada ufak bir bilgi daha vermekte fayda var. Bu “all inclusive” otellerde calisanlar hep Kubalilar. Ama Kubalilarin genel olarak otellere turist olarak girmek hakki yok. Bu yazili olmayan bir kural. Dolayisiyla gerek guneslenirken, gerek, yemek yerken, gerek size normal gelebilecek herhangi bir sporu yaparken icinizde bir nokta hep mahzun kaliyor. Hatta otel calisanlari ile tanisip sohbet etmeyi seven bir kisiyseniz, eger sizden ipod, cep telefonu, gunes gozlugu benzeri aksesuarlarinizi almak icin bedava puro verme teklifi yaparlarsa kendinizi daha da kotu hissediyorsunuz, demedi demeyin!


Ama her halukarda Kuba harika bir deneyim. Insan, elindekinin kiymetini daha iyi anliyor. Fidel hala hayattayken gormeye deger. Sonra Kuba, Kuba olarak kalir mi ne olur bilinmez… Zira hayaller, ve umuda yolculuk her yerde baska yasaniyor.

Sevgiler, Kusgozu.